İsa Tatlıcan'ın röportajı
Türkiye 1. Yıldönümünde 25 Aralık 2013 tarihinde Paralel emniyet-yargı ve Pensilvanya işbirliği içinde yürütülen büyük ihaneti konuşuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dik duruşu ile püskürtülen 25 Aralık 2013 darbe girişimi, Türkiye siyasi tarihine "uçurumun eşiğinden dönülen gün" olarak geçti. Türkiye'nin önde gelen hukukçularından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer'e nedenleri ve sonuçlarıyla 25 Aralık 2013 operasyonunu sorduk.
DAHA ÖNCE DE BENZER HUKUKSUZLUKLARA BAŞVURULDU
Özel Yetkili Mahkemelerin yürüttüğü 25 Aralık Operasyonu hukuki açıdan nasıl bir süreçti?
Hukuki açıdan baktığımızda söz konusu "operasyonu" tek başına değerlendirmemek gerekir. 25 Aralıktan çok önce başlayan, hukuken tartışmalı olduğu yargı kararıyla belirlenmiş "operasyonlar" var. Nitekim Anayasa Mahkemesi birçok kararında, Balyoz, Ergenekon gibi davalarda, başta tutuklama konusu olmak üzere Özel Yetkili Mahkemelerdeki soruşturma ve kovuşturmalarda adil yargılama kurallarına aykırı davranıldığına hükmetti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de örneğin Nedim Şener gibi gazetecilerle ilgili olarak ihlal kararı verdi. Türkiye'de ilk kez adil yargılama hakları ihlal edilmiyor denilebilir. Ancak, Türkiye bu tür hak ihlalleri olmasın diye tüm kanunları değiştirdi. Buna rağmen kanunlara aykırı ve sistematik diyebileceğimiz usulsüzlükler yapıldı. Bu durumda hukuka aykırılıklar zincirinin ardında, yargımızda her zaman görülen özensizlik mi yoksa başka bir amaç mı vardı sorusunu herkes soruyor. Özel Yetkili Mahkemeler kapsamındaki özellikle, güvenlik bürokrasisine, siyasetçilere, basın mensuplarına, sivil oluşumlara, yönelik soruşturma ve kovuşturmalarda, hemen hemen aynı görevliler tarafından, hep aynı ihlaller yapılmış ve hep aynı hukuka aykırı yöntemler kullanılmış. Bunlar münferit olaylardır, tesadüftür denilebilir mi?
25 ARALIK TASFİYE AMACIYLA YAPILDI
Sizce denilebilir mi? Geçmiş dönemlerde sistematik işkence yapılmasına rağmen, resmi makamların "bunlar münferit olaylardır" dendiğini özellikle bizim nesiller iyi bilir. Bugün gelinen noktada kimse, Anayasa mahkemesinin ve AİHM'nin kararlarında da söylenen hukuka aykırılıkların, aksi tesadüfler veya münferit uygulama hataları olarak değerlendirmiyor. Özellikle bu davalar esnasında örneğin, asker kişilerin yargılandığı davalarda, kanuna aykırı tutuklamalar ile birçok subay terfi edememiş ve süreçte emekli olmak zorunda kalmıştır. Aynı durum üst düzey emniyet mensupları veya başka kamu görevlileri yönünden de söz konusudur. Yani, belli davalarda adil yargılama hakları ihlal edilmesinin yanı sıra daha dava sürerken, özellikle güvenlik bürokrasisinde, çok sayıda kişi tasfiye olmuş. Bu durumda kanuna aykırı tutuklamalar gibi usulsüzlüklerin yapıldığı soruşturma ve kovuşturmaların, bir suçun aydınlatılmasından ziyade tasfiye amacıyla yapılması söz konusu. 25 Aralık "operasyonundaki" hukuk dışı uygulamalara bakıldığında, burada da tasfiye amacı görülüyor.
25 ARALIK OPERASYONU TEMELDEN USULSÜZDÜR
Yani 25 Aralık operasyonunu bir yolsuzluk operasyonu değil miydi? Şayet kamu görevlileri kanunda hiçbir şekilde izin verilmeyen işler yaparak bir soruşturma yapıyorlarsa, burada soruşturmanın kendisi bir yolsuzluktur.25 Aralık operasyonun temeli usulsüz.
170 YILLIK YASAK DELİNDİ
Daha başta, kişiler terör örgütü, silahlı örgüt kapsamına alınmış. Ortada ne terör ne silah. Başka kanunsuzluklarda var. Örneğin, kişilerin suçla ilgisi olmayan mal varlığına el koyulması mümkün değil. Genel müsadere şeklinde el koyma anayasamıza göre yasak. Bu yasak yeni değil Tanzimat döneminden beri, 170 yıldır var. Ama 25 Aralıkta, borsada işlem gören hisse senetlerine bile el koyulması kararı verildi. Bir şirketin hisse senedini yüzlerce binlerce vatandaş satın almış, olayla ilgisiz bu kişilerin elindeki hisse senedine dahi el koymaya kalkışılmış. Özel Yetkili Mahkeme uygulamalarında basılmamış kitaba bile el kondu! Gazetelerin bilgisayarlarına girilerek, kayıtlar silindi! Kanunda yer almayan bu kararlar niye verilmiş? Hepsi basit bir uygulama hatası mı? Yolsuzluk varsa neden hukuka uygun bir soruşturma yapılmadı. Neden kanunda olmayan işlemler yapıldı. Buna bir örnek daha verelim: Kanunlarımızda, kolluğa şifre kırarak kişinin bilgisayarına girmesi diye yetki tanınmamış. Bilgisayarda arama yapmanın koşulları belli. Ama siz kişinin şifresini ele geçirip onun bilgisayarına girerseniz, o zaman istediğiniz belgeyi oraya yerleştirir veya değiştirebilirsiniz. Hâlbuki Kanun bilgisayarda arama yapmak istendiğinde bunun nasıl yapılacağı açıkça gösterilmiş. Bu usullere uymayıp, şifre kırıp bilgisayara girmek aslında suçtur. Telefon dinlemelerde de çok sayıda usulsüzlük yapılmış. Örneğin kişi dinlenmiş sonra geçmişe yönelik karar alınmış. Sahte isimlerle dinleme yapılmış. Sahtecilik yaparak suç soruşturması olmaz. Özel Yetkili mahkemeler kapsamındaki birçok soruşturma ve kovuşturmada bunlarla karşılaşıyoruz. Mesela, malum "el kaide" "tahşiye" soruşturmasında, kolluk arama yapıyor, işlem tanığı yok, o sırada kamera kaydı yok, ama bombalar bulunuyor. Bombada sanıkların parmak izi yok, ama aramayı yapan polislerin parmak izi var. Bu durumda yine aynı soru akla geliyor: Aynı kamu kamu görevlileri belli soruşturmalarda hep aynı usulsüzlükleri niye yapmış? Bu usulsüzlüklerin olduğunu ben söylemiyorum. Anayasa Mahkemesi, AİHM söylüyor. Usulsüzlükleri, yolsuzlukları darbeleri soruşturacağım diyorsunuz, ama kendiniz usulsüzlük yapıyor, yetkilerinizi kötüye kullanıyorsunuz. Suçlar suç işleyerek aydınlatılmaz. Aksi takdirde devletin suçlulardan bir farkı kalmaz.
İNSANLARI ÖMÜR BOYU LEKELEMEYE ÇALIŞIYORLAR
25 Aralık operasyonunun kapatıldığını düşünüyor musunuz? Kesin hükümle mahkûm olmadan sonra, kimse suçlu sayılamaz. Özel Yetkili Mahkemelerin uygulamalarında bunun tersi yapıldı. Daha işin başında kişiler suçlu ilan edildi. Bu nedenle bunlara tünel bakışlı dava diyoruz. Bu tünel bakışında, kişinin peşinen suçlu olduğuna odaklanılıyor. Toplumda kişinin suçlu olduğu yolunda bir kamuoyu oluşturulmak isteniyor. Nitekim malum "operasyonlarda" bir yandan hukuka aykırı yöntemlerle soruşturma yapılırken diğer yandan, bazı medya organlarıyla işbirliği halinde, damgalayıcı basın kampanyası yürütüldü. Bunlar sadece 25 Aralıkta yapılmadı. Birçok davada iddianameler mahkemeye verilmeden, gazetelerde televizyonlarda yayınlandı. Hâlbuki belki mahkeme iddianamede eksiklik görüp iade edecek. Ama öyle bir karalama kampanyası başlıyor ki, mahkeme baskı altına alınıp iddianameyi kabul etmek zorunda bırakılıyor. Yargılama gerçeği ortaya çıkarmak için yapılır. Kişileri, rezil, rüsva etmek için değil. Örneğin siyasetçi bir erkeğin, kadın bir gazeteciyle "geyik muhabbeti" denilen tarzda suçla ilgili olmayan konuşmaları, dosyaya koyulmadan imha edilmesi gerekirken, dosyaya konuldu ve basın yayın organlarınca alenileştirildi. Kanuna açıkça aykırı bu uygulama neden yapılır? Amaç suçu aydınlatmak değil, kişileri küçük düşürmekse o nedenle yapılır. Bir de olayla ilgisiz olarak, dosya arasına parça koyma uygulamaları var. Örneğin, ihaleye fesat karıştırma iddiasıyla bir Rektör soruşturuluyor, ama araya rektör fuhuş yapan kadınlarla buluştu gibi iddialar koyup basına servis ediliyor. Birçok soruşturmada soruşturulan kişiler hep böyle fuhuşla ilintilendirilmek istenmiş. Yani kişiler beraat etse bile ömür boyu lekelenmiş olsunlar. Hâlbuki kanunlarımızda lekelenmeme hakkını güvence altına alan kurallar var. Bu kurallara aykırılık suçtur. Dinlemelerden elde edilen özel hayata ilişkin mahrem konular basına servis edilmesine rağmen, bu ve benzeri konulardaki şikâyetlerle ilgili olarak o zamanki HSYK hiçbir etkin soruşturma yapmadı. O zamanki HSYK bunlara neden göz yumdu? Böylece Özel Yetkili Mahkemelerde malum operasyonel davalarda, kanunların değil adeta bir misyonun tasfiyeci zihniyetinin uygulanması desteklenmiş oldu.. Bu nedenlerle ağır hak ihlallerinin ve hukuka aykırılıkların olduğu soruşturmalar sunucunda dava açılamaması değil, açılması sorundur…Burada bir soruşturmadaki, hatalı bir iki uygulamadan söz etmiyoruz. Sözünü ettiğimiz şey, bir soruşturmanın tümüyle usulsüzlük üzerine bina edilerek, basın kampanyalarıyla, kişilerin suçlu olarak gösterilip tasfiye edilmek istenmesidir.
25 ARALIK BAŞARILI OLSAYDI ARA REJİME GEÇİLECEKTİ
25 Aralık operasyonu başarılı olsaydı ne gibi sonuçları olurdu? Genelkurmay başkanı, üst düzey ordu ve emniyet mensupları, başsavcılar, rektörler, kamu görevlileri, basın mensupları, siyasetçiler, işadamları gibi, ülkenin resmi ve sivil tüm kesimlerine yönelik operasyonlarda neler olduğuna bakıldığında 25 Aralık sonrasını da tahmin etmek mümkün. 25 Aralık öncesi süreçte, adli yetkilerin kötüye kullanılması, adil yargılama hak ihlalleri, kamuoyunda sistematik suçlu olarak damgalamalar, kanunsuz tutuklamalar sonucu tasfiyeler oldu. MİT Başkanına yönelik operasyon devam etseydi, onunda sonu diğerleri gibi olacaktı. 25 Aralık veya tevhid/selam gibi operasyonlar başarılı olsaydı, siyasette, bürokraside iş dünyasında, medyada geniş bir tasfiye süreci yaşanacaktı. Bir ülkede başbakan, genelkurmay başkanı, istihbarat kuruluşunun başkanı, güvenlik üst bürokrasi, basın mensupları vs. hepsinin terör örgütü kapsamında operasyonlara maruz bırakılması, olağan hukuki bir süreç olarak görülemez. Tasfiyeye yönelik bu tür operasyonel süreçler ancak askeri darbeler sonrası veya benzeri ara rejimlerde olur. Bunlar 27 Mayısta, 12 Martta, 12 Eylülde ve 28 Şubatta yaşandı. Bu kez ise özel yetkili mahkemeler uygulamalarıyla bir ara rejim girişimi yapılmıştır. Bu girişim başarılı olsaydı, her ara rejimde olanlar yaşanacaktı.
ULUSLARARASI KAMUOYU ÇİFTE STANDART UYGULUYOR
14 Aralık medya-polis operasyonunu basına müdahale olarak görüyor musunuz? Uluslararası kamuoyunun 14 Aralık operasyonu itirazları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Delil uydurma, yetkileri kötüye kullanma, iftira, sahte isimlerle dinlemeler gibi filler suç teşkil eder. Bunların soruşturulmasından daha doğal bir durum olamaz. Burada dikkat edilecek tek husus hepimizin eleştirdiği yöntemlere başvurulmamasıdır. Kanunların doğru biçimde uygulanması halinde, soruşturma bakımından ne gazetecinin, ne siyasetçinin, ne de öğretim üyesinin ayrıcalığı olmaz. Türkiye Özel Yetkili Mahkeme operasyonlarındaki hukuksuzlukların hesabını mutlaka sormalıdır. Bu hesap sorma ise yine mutlaka hukuka uygun olmalıdır. Bizim dikkat etmemiz gereken asıl husus, adil yargılamadır. İnsan hakları konusunda işine geldiğinde itiraz eden, işine gelmediğine sessiz kalan Uluslararası Kamuoyun çifte standartı herkesin malumu. Dünyada hiçbir ülke, hiçbir hukuk devleti yargı ve kollukta kanunlara göre değil, mensup olduğu grubun isteklerine göre hareket edenlere izin vermez. Ülkemizde de hukuk hiyerarşisi dışında davranıp suç işleyen bir yapılanmalara karşı hukukun gerekleri yapılmalıdır. Tabii ki, kimseyi mağdur etmeden, kurunun yanında yaş ta yanar demeden. Türkiye hem ülke içinde hem de ülke dışında herkes için adalet diyen bir anlayışla yoluna devam etmelidir. Adaletin gelecek nesillere bırakacağımız en değerli miras olduğunu unutmamalıyız..
Kaynak : Sabah